Back Cover: Paravan şirket toplumsal hayatın bir gerçeğidir. Şirketler hukuku bakımından gerçek faydalanıcının kimliğinin çoğu halde ve yerde hukuka uygun şekilde gizlenmesiyle ortaya çıkmaktadır. Ancak paravan şirketin özellikleri şirketler hukukunda yeterince incelenmiş değildir. Oysa suç gelirlerinin aklanmasının önlenmesi hukuku ve vergi hukuku paravan şirkete aşinadır. “Gerçek faydalanıcı” kavramı ise özellikle Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından gerçekleştirilen çalışmalarla olgunlaştırılmıştır. Nihayetinde dünyada gerçek faydalanıcı sicillerinin yaygınlaşması, paravan şirketin özellikle hukuka uygun kullanımları bakımından özel hayatın gizliliğine ilişkin endişeleri artırmıştır. Ayrıca gerçek faydalanıcı sicilleri, gerçek faydalanıcı bildirimini şirketlerin korporatif özelliklerinden biri haline getirmiş ve böylece pay sahipliğinin bildirimi meselesinin de derinleşmesine yol açmıştır. Bu durum kaçınılmaz olarak paravan şirket özelinde “başkası hesabına pay sahipliği” kurumunun günümüzde halen tercih edilirliğini sürdürmesine neden olmuştur. Sözü edilen gelişmeler bu kitapta şirketler hukuku yönünden incelenmekte, ayrıca paravan şirketin meşruluğu sorunu da özel olarak değerlendirilmektedir.
Back Cover: Non-pecuniary private benefits, a phenomenon in publicly traded corporations, may be extracted by influencing shareholders to the detriment of minority shareholders and corporations. This book, with particular focus on Turkish law and American law, investigates the loopholes paving the way of non-pecuniary private benefit extractions in the context of corporate law. Dr. Pehlivanoğlu proposes to use shareholder oppression law’s reasonable expectations standard to expand the reach of involuntary dissolution statutes to cover non-pecuniary private benefit extractions of influencing shareholders.
Abstract: Örtülü kazanç aktarımına ilişkin olarak Türk hukukundaki temel düzenlemeleri 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu'nda yer alan hükümler oluşturmaktadır. Örtülü kazanç aktarımı sermaye piyasası hukukuna kurumlar vergisi hukukundan geçmiş bir müessesedir. Konu kurumlar vergisi hukuku açısından birçok yargı kararı ve çalışma tarafından değerlendirilmiş olmasına karşın, aynısının sermaye piyasası hukuku düzenlemesi açısından söylenmesi mümkün olamamaktadır. Bu durum konunun sermaye piyasası hukuku açısından değerlendirilmesinin yapılmasında kurumlar vergisi hukukundan faydalanılması zorunluluğunu doğurmaktadır. Nitekim çalışmada örtülü kazanç aktarımı iki kanun açısından karşılaştırılarak değerlendirilmiş, değerlendirmeler bu düzenlemelerin kesişiminde yer alan en önemli hukuki yapıyı oluşturan halka açık anonim şirketler üzerinden yapılmıştır. Halka açık anonim şirketlerin çok sayıda kişinin menfaatini ilgilendiren yapılar olması, bu şirketlerin konu olduğu örtülü kazanç aktarımı faaliyetlerinin çok sayıda kişinin menfaatini etkiliyor olması sonucunu da beraberinde getirmektedir. Türkiye'de halka açık anonim şirketlerin sayısının ve bunlara yatırılan maddi kaynakların miktarının her geçen sene artıyor olması, örtülü kazanç aktarımının ilerleyen dönemde iki kanun açısından da sıkça gündeme gelmesi olasılığını ve dolayısıyla bu çalışmanın önemini artırmaktadır. Bir faaliyetin örtülü kazanç aktarımı niteliğinde olup olmadığının tespitinde esas olarak "işlem" ve "ilişkili kişi" unsurları belirleyici olmaktadır. Örtülü kazanç aktarımının gerek sermaye piyasası hukuku gerekse kurumlar vergisi hukuku açısından "işlem" ve "ilişkili kişi" unsurları yönünden benzerlikler taşıması, bir kanun açısından örtülü kazanç aktarımı niteliğinde olan bir faaliyetin öteki kanun açısından da örtülü kazanç aktarımı sayılması sonucunu doğurabilmektedir. Çalışmada "işlem" ve "ilişkili kişi" unsurları iki kanun açısından karşılaştırılarak incelenmiş, farkları ve kesişimleri üzerine değerlendirmeler yapılmıştır.
Abstract: Among the types of on-demand broadcasting, Over-The-Top video streaming services (‘OTT platforms’) refer to media service providers that provide content and applications, including communication services, over the Internet. The freedom of OTT platforms to choose which films to broadcast can have negative implications for the social and cultural aspects of the film industry and the society: First, OTT platforms often refuse to broadcast films that may cause political discontent in the countries where they operate. Second, as films can be popular tools of propaganda, OTT platforms ultimately contribute to certain views more than others through their film selection. Third, the fact that some content is denied to be broadcasted indicates that certain content creators lack sufficient access to the market through OTT platforms. As a result, reconsideration of OTT platforms’ freedom to curate their film catalogues is essential to support the development of the film industry and preserve the integrity of associated societies. This article proposes that corporate social responsibility (CSR) can be used as a method of self-regulation to create an inherent limitation on the editorial freedom of the OTT platforms leading to a fairer film selection process. The non-interventionist approach suggested in this article is demonstrated by analyzing the regulation of OTT platforms under Turkish law, with reference to European Union (EU) law where necessary.
Abstract: Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından hiç ya da sadece nominal vergi rejimleri için uygulamaya konulan ve ekonomik esaslılık (economic substance) kriteri olarak bilinen kuralın, ilgili ülkeler tarafından ulusal hukukta yasalaştırılması sürecinde ticaret şirketleri için bir sona erme sebebi haline getirildiği gözlemlenmektedir. Bu yaklaşımın kriteri ticaret şirketleri bakımından korporatif nitelikte bir hükme dönüştürdüğü değerlendirilmektedir. Oysa kriterin kaynağı ve uygulama alanı incelendiğinde, kriterin ilgili ülkeler için uluslararası hukuktan kaynaklı vergi hukuku karakterli bir kural hüviyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim kriteri ulusal hukuk düzenine aktarmakla yükümlü ülkeler kadar kriter koşullarına uyum sağlamakla yükümlü tutulan kurumların da OECD hedefleri çerçevesinde belirleniyor olması kriterin şirketler hukuku bakımından hukuki niteliğinin, uygulandığı ulusal hukuk kadar, uluslararası kaynağı ve uygulama alanı dairesinde de tespitine olan ihtiyacı artırmaktadır. Bu çalışmada OECD ekonomik esaslılık kriteri incelenmekte ve kriterin ticaret şirketleri için bir sona erme sebebi olarak uygulanması değerlendirilmektedir. Kriter olağanüstü tasfiye rejimine tabi bir infisah sebebi olarak nitelendirilmekte, bu nitelemeye ilişkin gerekçeler ise seçilmiş ülke uygulaması olan Bahamalar hukuku üzerinden açıklanmaktadır. Vergi cennetleri ve şirketlerin faaliyetlerinde ekonomik esaslılık aranması arasındaki ilişki de somutlaştırılmaktadır.
Abstract: Teknoloji ve internetin gelişimiyle biçimlenen yeni ekonomide, şirketlerin tek bir tüzel kişilik çatısı altında farklı şekillerde iktisadi gelir sağlayan birden çok (hukuken fiktif) birime sahip olmaları söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla yatırımcıların da şirketin tamamının değil, sadece belirli bir biriminin sağladığı kârdan faydalanacakları bir ortaklık yapısına ihtiyaç duydukları gözlemlenmektedir. Bu doğrultuda yatırımcılara sunulabilecek bir pay türü olarak işletmeye endeksli payların (tracking stocks) kullanılabileceği değerlendirilmektedir. İşletmeye endeksli paylar diğer pay türlerinden muhasebesel yönden farklılaşmaktadır. Ancak işletmeye endeksli payların halka açık olmayan (kapalı) anonim şirketlerde korporatif nitelikte oluşturulabilmesi, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) uyarınca olanaklı görünmemektedir. Zira işletmeye endeksli payların özellikleri kâr payında imtiyazı andırmakla beraber, bu pay türünün kanunun imtiyazlı payların öngörülme koşullarını karşılayamayacakları anlaşılmaktadır. Yine işletmeye endeksli payların özellikle kârın kaynak ve hesaplamasına ilişkin emredici hükümlerle çelişen yönleri bulunmaktadır. Bu çalışmada, işletmeye endeksli payların Türk anonim şirketler hukukundaki geçerliliği incelenmektedir.
Abstract: Anonim şirketlerde pay sahiplerinin şirket genel kurul toplantılarına katılımının artırılmasının önem taşıdığı kabul edilmektedir. Bu yaklaşımla gelişen teknolojik imkânlardan genel kurul toplantıları bağlamında faydalanılması ihtiyacı bulunmaktadır. Son dönemde ivme kazanan metaverse ortamının yakın gelecekte sosyal ve ticari hayattaki önemini artıracağı, neticede kişilerin bu yeni mecraya ilgisine anonim şirketler hukukunun kayıtsız kalamayacağı değerlendirilmektedir. Bununla beraber, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ve ikincil mevzuatının yürürlükteki sistemi karşısında metaverse ortamında genel kurul toplantısı gerçekleştirilmesi mümkün bulunmamaktadır. Zira metaverse ortamının yorum yoluyla kanunun aradığı türde bir elektronik ortam olarak ele alınmasına engel bir durum bulunmamakla beraber, özellikle ikincil mevzuat metaverse ortamından yapılacak toplantılara uygun hükümler içermemektedir. Diğer taraftan, metaverse ortamının her durumda genel kurul toplantısına katılan kişilerin kimliklerinin kontrolü konusunda sorun teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Bu çalışmada, genel kurul toplantılarının metaverse ortamında yapılıp yapılamayacağı hususu incelenmektedir.
Abstract: Günümüzde piyasadaki alıcılar, satıcılar, tedarikçiler ve kredi verenler açısından anonim şirketlerin kendi tüzel kişiliği kadar bu tüzel kişilik perdesi arkasındaki pay sahiplerinin ticari itibarları da önem taşımaktadır. Zira üçüncü kişiler özellikle yeni kurulmuş bulunan veya yeterli sermayesi bulunmayan şirketlerle yaptıkları iş ve işlemlerde şirketin kendisine değil de onun ortaklarının ticari itibarına güvenmektedir. Dolayısıyla, anonim şirket yönetim kurulunun şirketi yönetim ve temsili sırasında şirket faaliyetlerini şirketin kendi pay sahiplerinin kişiliğiyle ilişkilendirmesinde şirketin bir menfaati bulunmaktadır. Hal böyle olunca, anonim şirketin yönetim kurulu üyeleri tarafından kötü yönetildiği veya piyasaya taahhütlerini yerine getiremediği durumlarda şirketle beraber ilgili pay sahiplerinin ticari itibarı da zedelenmektedir. Bu noktada pay sahipleri tarafından ticari itibarlarının zarar görmesi nedeniyle yönetim kurulu üyelerine karşı bir manevi tazminat davası ikame edilip edilemeyeceği sorunu doğmaktadır. Neticede 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) sisteminde anonim şirketlere ilişkin hükümlerde pay sahiplerinin ticari itibarının korunmasına yönelik açık ve özel bir yükümlülük veya manevi tazminat davası hakkı yer almamaktadır. Bu çalışmada, pay sahiplerinin ticari itibarlarının şirket faaliyetleriyle ilişkilendirilmesi neticesinde zedelenmesi halinde, pay sahiplerinin kişilik haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle yönetim kurulu üyelerinin sorumlu tutulabileceği değerlendirilmektedir. Anonim şirketlerde pay sahiplerinin yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğundan kaynaklı manevi tazminat hakkı ele alınarak bu hakkın TTK dayanakları konusundaki tereddütlerin de giderilmesi amaçlanmaktadır.
Abstract: Amerika Birleşik Devletleri Michigan Eyaleti Yüksek Mahkemesi’nin 1919 tarihli Dodge v. Ford kararı sebep olduğu tartışmalarla yüz yılı aşkın süredir öğreti ve uygulamanın ilgisini çekmeye devam etmektedir. Karar, çoğunluk durumdaki bir pay sahibinin azınlıktaki pay sahiplerinin aleyhine olacak biçimde kâr payı dağıtılmasını engellemesi olayını ve ayrıca ticaret şirketlerinin amacının pay sahipleri için kazanç elde etmek olduğu görüşünü somutlaştıran yönüyle bilinmektedir. Bununla beraber, karara esas olgular incelendiğinde, uyuşmazlığın birbiriyle rakip durumundaki iki pay sahibinden biri tarafından diğerinin iktisadi olarak güçlenmesini engelleme niyeti ve eylemi neticesinde doğduğu görülmektedir. Bu yönüyle Dodge v. Ford kararı, anonim şirketlerde genel kurul kararları yoluyla rekabet hukuku ihlallerinin gerçekleşmesinin mümkün olduğuna işaret etmektedir. Karardan hareketle bu çalışmada, kâr payı dağıtımına ilişkin bir genel kurul kararının 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun uyarınca hâkim durumun kötüye kullanılması hali teşkil edebileceği ortaya konulmaktadır. Bu durumda söz konusu genel kurul kararının butlanına hükmedilmesi gerektiği ancak Karar bakımından iptal yaptırımının uygun düştüğü değerlendirilmektedir. Aksi yaklaşımın korporatif nitelikteki işlemler yoluyla rekabet hukuku ihlallerinin önünü açacağı görüşü benimsenmektedir.
Abstract: Technology causes the emergence of new kinds of disputes and dispute resolution methods. Accordingly, the era of online platform economy has created its own types of disputes and needs its own unique methods to deal with those disputes. Today, the dependence of business users on online platforms implies that the platforms have a large scope to engage in harmful trading practices which may unfairly limit business users’ online activities. The Regulation (EU) 2019/1150 of the European Parliament and of the Council of 20 June 2019 requires online platforms to establish internal complaint-handling systems. Internal complaint- handling systems have utmost importance regarding online platforms’ decisions to restrict, suspend or terminate the business user’s accounts. The Regulation provides the business users important procedural safeguards. Internal complaint- handling systems appear as an alternative dispute resolution method and supports the creation of accessible justice regimes. When evaluated in conjunction with the conventional alternative dispute resolution methods, it resembles the negotiation method. This article opines that even in jurisdictions where the Regulation is not applicable, the conventional commercial law principles may still require an internal complaint- handling system’s implementation by the online platforms. The article sets forth how this may emerge by exemplifying the issue through the lens of trader’s duty to act as a prudent businessman under Turkish law and the board of director’s duty of care under US law. It is envisioned that internal complaint-handling systems will play a crucial role in the online platform economy, since the conventional principles of commercial law support and would inherently require its implementation.
Abstract: Girişimcilerin kitle fonlaması yoluyla halktan para toplayabilmeleri hukuken imkân dahilindedir. Paya dayalı kitle fonlaması piyasasının gelişimi için ise toplanan fonların kullanım amacı ve yerlerinin denetlenmesi konusunda yatırımcılara yeterli güvenceler sağlanması elzemdir. 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu ile yatırımcılar ve girişimciler arasındaki ilişki genel hükümlere tabi tutulmuştur. YineIII- 35/A.1 sayılı Paya Dayalı Kitle Fonlaması Tebliği ile toplanan fonların kullanım denetiminin girişim şirketi tarafından açıklanacak sınırlı sayıdaki bilgi ve bağımsız denetim raporları suretiyle sağlanacağı öngörülmüştür. Dolayısıyla, yatırımcılara fonun ilan edilen amacına uygun şekilde kullanılacağı konusunda yeterli ek güvenceler getirilmiş değildir. Bu çalışmada öncelikle fonun kullanımının denetimine dair yürürlükteki kurallar değerlendirilmektedir. Akabinde Tebliğ’e, girişim şirketi tarafından toplanan fonların bir ödeme kuruluşu nezdindeki hesaplar üzerinden yatırımcılar tarafından an be an takibine olanak sağlanması ve uygunsuz kullanım halinde ihtiyati tedbir kararıyla fon kullanımının durdurulmasına yönelik bir hüküm getirilmesi önerilmektedir. Bu kapsamda, yürürlükteki mevzuat ile önerilen yöntemin uyumu konusunda da değerlendirmelerde bulunulmaktadır.
Abstract: Kitle fonlaması alternatif bir finansman modeli olarak Türk sermaye piyasası hukuku mevzuatına girmiştir. Bununla beraber, kitle fonlaması platformlarının hukuki sorumluluğuna dair hukuki belirlilik henüz sağlanmış değildir. Zira kitle fonlaması platformları, yatırımcılar ve girişimciler arasındaki ilişkiye genel hükümler uygulanacaktır. Oysa kitle fonlaması platformlarının bilgi formundan kaynaklı hukuki sorumluluğunun kapsamı ile sorumluluktan kurtulma imkânlarının belirlenmesi, platformların faaliyetlerini hukuki güvenlik içerisinde sürdürmeleri açısından büyük önem arz etmektedir. Nitekim kitle fonlaması piyasasının gelişmesi için kitle fonlaması platformlarının ve bu faaliyete katılımın hukuki belirlilik sağlanarak özendirilmesi gerektiği de açıktır. Eldeki çalışmada kitle fonlaması platformunun yatırımcılara karşı bilgi formundan kaynaklı sorumluluğu kanun
ve ikincil düzenlemeler çerçevesinde ele alınmakta, buna uygulanabilecek hukuki ilkeler ortaya konmaktadır.
Abstract: İnternet ortamından yapılan yayınlar suretiyle kişilik haklarının ihlali günümüzde sıkça rastlanan bir olaydır. Bu yayınların etkisinin ivedilikle ortadan kaldırılması amacıyla öngörülen internet ortamına özel istisnai tedbir mekanizmaları ise ancak sınırlı sayıdaki hak ihlalleri açısından geçerli olmaktadır. Ülkemizde internet ortamına dair genel düzenleme durumundaki 5651 sayılı Kanun kişilik haklarının ihlaline özel istisnai bir tedbir mekanizması öngörmüş olsa da bu usulün ancak ilk bakışta ihlal halinde devreye sokulabileceği içtihat olunmuştur. Hal böyle olunca, alternatif bir dava stratejisi olarak, kişilerin internet ortamındaki görüntülerini içeren videolara karşı istisnai tedbir mekanizmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Eldeki çalışmada, 5651 sayılı Kanun uyarınca tedbir imkanının işletilemediği hallerde, içerisinde kişilerin görüntülerinin yer aldığı videolara karşı 5846 sayılı Kanun Ek Madde 4 kapsamında tedbir mekanizmasının işletilip işletilemeyeceği hususu değerlendirilmektedir.
Abstract: 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) m. 448(3) düzenlemesinde genel kurul kararlarının iptali istemiyle açılan davalarda davalı şirket tarafından davacıdan teminat gösterilmesini mahkemeden isteme hakkına yer verilmiştir. Bu hüküm davacılar tarafından dava hakkının kötüye kullanılmasının engellenmesi için alınan tedbirlerden birini oluşturmakta olsa da dava açılmasının önünde bir engel teşkil eder hale gelmemesi konusunda mahkemelerce hassas bir dengenin gözetilmesi gerektiği açıktır. Diğer yandan, hükmün lafzının mahkemelerce teminat gösterilmesine karar verilmesi konusunda uygulanacak ilkeler konusundaki suskunluğu sebebiyle uygulamada maddenin hedeflenen hukuki yararların muhafazası dairesinde işletiminde güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Teminat gösterilmesi kurumunun usul hukuku üzerinden anlamlandırılması kadar şirketler hukuku ilkeleri çerçevesinde yorumlanması gerektiğinden, konunun gerek 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu gerekse TTK uyarınca genel kurul kararlarının iptali davalarıyla alakadar hükümler üzerinden incelenmesi bir zorunluluktur. Çalışmada TTK m. 448(3) hükmünde mahkemelere tanınan takdir yetkisinin tayinindeki ana ölçüt konumundaki “şirketin muhtemel zararları” kavramı incelenmekte, hükmün amacı ve muhtemel zararların içerisine giren tutar kalemleri değerlendirilmekte, bu noktada Amerika Birleşik Devletleri (ABD) şirketler hukukundan faydalanılmak suretiyle hükmün anlamı ve şirketin muhtemel zararları kalemleri somutlaştırılmaktadır.
Abstract: Çay tarımı diğer tarım faaliyetlerine göre önemli farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle çay piyasasındaki eylemlerin, piyasanın kendine has gerçekleri dairesinde tarım hukukunun bir alt dalı olarak çay hukuku kapsamında incelenmesi gerekmektedir. Nitekim Türkiye’nin kalkınma planları kapsamında çay tarımının yeri bulunmaktadır. Türkiye’de çay üretimi yapılacak tarım alanlarının ruhsatlandırılması ilkesi 3092 sayılı Çay Kanunu ile benimsenmiştir. Üstelik günümüzde yeni çay bahçesi kurulması ÇAY-KUR uygun görüşü veBakanlık iznine tabidir. Ancak piyasada ruhsatı haiz olmadan yaş çay üretimi yapan üreticiler bulunmakta, üstelik özel sektör işletmeleri de bu üreticilerden alım yaparak yaş çayın fiyatını ve piyasayı olumsuz şekilde etkilemektedir. İşletmelerin ruhsatsız çay bahçelerinin ürünlerini satın alması eylemi 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu uyarınca haksız rekabet niteliğindedir. Bu çalışmada, öncelikle çay hukukunun temel ilkeleri ile ruhsatlandırma hususu açıklanmakta, ruhsatsız çay bahçesinin ürünü olan yaş çayın işletmeler tarafından alımının haksız rekabet niteliğinde olduğu gösterilmektedir. Eylemin özellikle iş şartlarına aykırı bir davranış teşkil eden bir haksız rekabet türünde kabul edilmesi olanağı değerlendirilmektedir.
Abstract: Kitle fonlamasına dair yürürlüğe konan Türk sermaye piyasası hukukuna ait ilk ikincil düzenlemeyi Paya Dayalı Kitle Fonlaması Tebliği oluşturmaktadır. Bununla beraber, anılan tebliğ sisteminde giriĢimcilerin anonim şirket türünü tercih etmeleri yasal bir zorunluluk durumundadır. Oysa girişimciler ile yatırımcıların menfaatinin dengelenmesi için girişim şirketinin anonim şirket Ģeklinde kurulması gerekli değildir. Limited şirketlerin hukuki yapısı kitle fonlamasından dışlanmasını gerektirmemektedir. Girişimcilerin limited şirket türünü bir girişim şirketi olarak kullanarak şirket sermayesine fon toplamasının engellenmesi uygun bir hukuk politikası olarak değerlendirilemeyecektir. Üstelik bu şirket türünün tercih edilebilirliğinin hukuki değil iktisadi bir konu olarak görülmesi sermaye piyasasının gelişimini destekleyen liberal bir anlayış olacaktır. Kitle fonlamasının bir türü olan “paya dayalı kitle fonlaması” anlayışının “ortaklığa (sermayeye) dayalı kitle fonlaması” olarak değiştirilerek sisteme limited şirketlerin de dâhil edilmesi önem taşımaktadır.
Abstract: Tarım ürünlerinin ana tedarikçisi durumundaki tarım üreticilerinin korunması devletin anayasal bir ödevi durumundadır. Bununla beraber, tarım sektöründe özellikle tarım üreticileri aleyhine gerçekleştirilen haksız ticari uygulamaların bulunduğu bilinmektedir. Bu uygulamalar sadece tarım üreticilerinin ekonomik ve sosyal durumlarını olumsuz etkilememekte ve aynı zamanda tedarik zincirindeki rekabeti bozarak nihai tüketiciye de zarar vermektedir. Nitekim tarım ve gıda tedarik zincirinde işletmeler arası haksız ticari uygulamalar konusunda yürürlüğe konan 17 Nisan 2019 tarihli ve (AT) 2019/633 sayılı Avrupa Parlamentosu ve Konseyi Yönergesi vasıtasıyla konu Avrupa Birliği hukuku düzeyinde özel olarak düzenlenmiştir. Bu kapsamda, alıcı işletmelerce tarım ürünlerinin tedarikçilerine ve bu arada tarım üreticilerine karşı gerçekleştirilen eylemlerden biri olan “son dakika sipariş iptalleri” bir haksız ticari uygulama olarak kabul edilmiş ve yasaklanmıştır. Bu çalışmada anılan yasağın Türk hukukunda uygulanabilirliği değerlendirilmekte, bu çerçevede yasağın 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu m. 55(1)(e) hükmü üzerinden tarım üreticisini korumak amacıyla uygulanabileceği ortaya konulmaktadır. Yine çalışmada son dakika sipariş iptalinin hukuki niteliği incelenmekte, satış sözleşmelerine ilişkin yürürlükteki kuralların anılan yönerge hükmünün sağladığı korumayı sağlayamadığı belirtilmektedir. Son dakika sipariş iptali yasağın Türk hukukunda uygulanması açısından 6582 sayılı Kanun ek m. 2’nin işlevi de vurgulanmaktadır.
Abstract: Involuntary dissolution is recognized as the primary mechanism to monitor opportunism and remedy the aggrieved minority shareholders of corporations. Contrary to general understanding, involuntary dissolution is not idiosyncratic to close corporations. However, its application to publicly traded corporations requires an approach different than the one for close corporations. This note discusses and recommends the approach necessary to justify and effectively enforce involuntary dissolution statutes’ application in the context of publicly traded corporations. It expresses the opinion that the contractual view of corporate law would provide the theoretical basis necessary to construe the statute for publicly traded corporations and exemplifies its approach through the shareholder oppression law of the U.S. corporate law.
Abstract: “Eser sahibi” kavramı fikir ve sanat eserleri hukukunun ana kavramlarından biri olarak bir eser üzerindeki hakların kime ait olacağı konusunda belirleyicidir. Bir ilk sav olarak, eser yaratma eyleminin insanlar tarafından meydana getirildiğinden hareketle eser sahibinin de ancak bir gerçek kişi olabileceği kabul edilebilirse de 2016 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde görülen Naruto v. Slater davası insan dışı varlıkların yarattıkları eserlerin eser sahibinin kim olacağı konusunu bir kez daha tartışmaya açmıştır. Üstelik bu tartışma fikir ve sanat eserleri hukukunun genel ilkelerinin tenkitini de beraberinde getirmiştir. Çalışmada öncelikle “eser sahibi” kavramı Türk ve Amerikan fikir ve sanat eserleri hukuku çerçevesinde incelenmekte, bu konuda iki hukuk sisteminin benzerlik ve farklarına ışık tutulmaktadır. Akabinde ise Naruto v.Slater davası gözden geçirilmekte ve de karar gerek Türk gerekse Amerikan hukuku açısından yorumlanmaktadır. Neticede fikir ve sanat eserleri hukukunun hukuki meşruiyeti değerlendirilmekte ve buna istinaden Türk hukuku açısından insan dışı varlıklardan hayvanların eser sahipliği tartışmasında kullanılabilecek hukuki yaklaşım ortaya konmaktadır.
Abstract: Devletin ekonomik hayata müdahalesinde kullanacağı yöntemleri (taban- tavan fiyat vb.) belirlemek ve uygulamak siyasetçilere düşen bir görevdir. Ancak hukuk kurallarını yorumlar ve uygularken bu çalışmada belirtilen ilkeleri dikkate almak biz hukukçuların görevidir.
Abstract: Sermaye şirketlerinin kazançlarının “kurumlar vergisi” adında gelir vergisinden farklı bir vergi rejimi altında vergilendirilmesinin asli sebebi hakkında kapsamlı bir inceleme öğretide mevcut değildir. Bu şirketlerin kurumlar vergisine tabiiyetleri, kurumlardan vergi alınmasının sebeplerini açıklayan görüşler açısından değerlendirildiğinde, bu görüşlerin söz konusu tabiiyeti açıklamada ancak tali sebepler olarak kabul edilebilecekleri görülmektedir. Sermaye şirketlerinin gelir vergisinden farklı bir rejimde vergilendirilmesinin mantığı ancak bu şirketlerin toplumsal ve hukuki açıdan ifade ettiği anlamın değerlendirilmesiyle saptanabilmektedir. Çalışmada vergilerin işlevi, sermaye şirketlerinin toplumdaki yeri, bu şirketlerin ve kurumlar vergisinin temel yapısı ortaya konarak belirtilen saptamanın yapılmasına çalışılmıştır. Bu kapsamda Anayasa, Türk Ticaret Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ve Kurumlar Vergisi Kanunu birlikte ele alınmıştır. Bu inceleme neticesinde kurumlar vergisi rejiminin toplumdaki tasarruf ve sermayenin sermaye şirketlerine yönlendirilmesinin teşvikine ve oluşan sermaye birikiminin dağılmaksızın iktisadi faaliyetlere yatırılmasının sağlanmasına imkan veren bir döngünün yaratılmasına hizmet ettiğine kanaat getirilmiştir.
Günümüzde hazırlık dönemi faizinin yeni bir kullanım alanı kazanabileceği değerlendirilmekte, bu bakımdan hazırlık dönemi faizinin paya dayalı kitle fonlaması yoluyla fon toplayan şirketler bakımından yatırımcılara taahhüt edilebilmesinin önem taşıdığı anlaşılmaktadır. Nihayetinde iki kurumun amaçları bakımından birbiriyle ilişkili olduğu açıktır. Hazırlık dönemi faizinin TTK rejiminden kaynaklı koşulları ile kitle fonlamasının SPK ve Tebliğ rejiminden kaynaklı koşullarının ilişkilendirilmesi sonucunda, iki kurumun birlikte işleyişinin önünde yasal bir engel bulunmadığı ancak bazı sınırlamaların mevcut olduğu görülmektedir.
Abstract: The contractarian view of corporate law is dominant in U.S. jurisprudence. This paper opines that the conformity of gender quota law with contractarian theory is questionable. After all, under the contractarian theory, the role of corporate law is to facilitate private contracting and only intervene when there is an empirically demonstrable need.7 Accordingly, this paper discusses and provides that a mandatory gender quota law may not be justified on contractarian theory grounds and therefore is not in conformity with the principles of U.S. corporate law.
Abstract: Bu çalışmada, TTK uyarınca yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğuna ilişkin hükümlerin işletil-mesi sırasında TK sistemi gereği kişinin bilinen en son adresine yapılacak tebligat bakımından yabancı uyruklu kişilerin ikamet veya çalışma izni nedeniyle bildirdiği Türkiye’deki adresinin dikkate alınması zorunluluğu ele alınmaktadır. Uygulamada ikamet veya çalışma izni bulunan yabancı uyruklu kişilerin adreslerinin adres kayıt sisteminde bulunmadığı kabul edilerek yabancı memlekete tebligat usulünün işletilmesi yaklaşımının yürürlükteki mevzuata uyarlığının bulunmadığı değerlendirilmektedir. Ayrıca ya-bancı uyruklu üyelere karşı ikame edilecek sorumluluk davalarında tebligat sürecinden kaynaklı zaman kaybı ve maliyetlerin azaltılması adına TTK m. 557 hükmü kullanılarak davaların ayrılmasına ilişkin al-ternatif dava stratejileri de önerilmektedir.
Abstract: Stokçuluğun hangi hukuki araçlarla düzenlenmesi gerektiği kadar, stokçulukla mücadelede yürürlükteki hukuk kurallarının yeterli bulunup bulunmadığı da tartışmalıdır. Dolayısıyla, stokçuluğun sebep olabileceği zararları engellemek adına işletilebilecek alternatif hukuk kurallarının değerlendirilmesi ihtiyacı bulunmaktadır. Bu çalışmada, Türk hukukunda stokçuluk faaliyetlerine karşı getirilen genel düzenlemelerin anonim şirketler hukuku yönünden anlam ve önemi ele alınmaktadır. Bu doğrultuda, kapalı (halka açık olmayan) anonim şirketler hukukuna ilişkin kanun hükümlerinin işletilmesi suretiyle stokçulukla hangi ölçüde mücadele edilebileceği değerlendirilmektedir. Çalışmanın stokçulukla mücadele konusundaki tartışmaların hukuki zeminde sürdürülmesine katkı sağlaması hedeflemektedir.
Abstract: Tunnelling refers to activity of controlling shareholders of a corporation to exploit minority shareholders by transferring the corporation’s economic resources to controlling shareholders. A shareholder who is accused of tunnelling is in fact generally accused of extracting pecuniary private benefits from the corporation. Tunnelling is often structured and effectuated by way of related party transactions. While related party transactions are not prohibited and may even be beneficial for the corporation, it is also a convenient method for tunnelling as it normalizes a transaction that would otherwise be illegal. For example, when a corporation distributes dividends, it does the distribution to every shareholder of the corporation, including controlling and minority shareholders, in absence of any privileged or preferred shares, in the amount and from the sources statutorily prescribed. In case the controlling shareholder does not want to share the profit with the minority shareholders due to any reason, controllers can cause the corporation to transfer all its profit to the controlling shareholder through an indirect but simple sales or rental contract priced above market prices, leaving behind no remaining distributable profit for the minority shareholders. Corporate, capital markets and tax laws rules are structured to constrain such transactions, but loopholes are still present, and tunnelling transactions are often detected after they are completed. While aggrieved minority shareholders of closely held corporations may sue the controlling shareholder, the corporation, and its managers for their direct damages, alleging that a concealed dividend distribution took place; the minority’s claim will be most likely treated as a derivative damage claim, and their direct recovery would be impossible. To circumvent this legal technicality, minority shareholders may request the involuntary dissolution of the corporation, demonstrating the tunnelling activities as a just cause for the dissolution and its alternative remedies, such as the buy- out of the minority’s shares. This study uses 6102 numbered Turkish Commercial Code as a statutory example and evaluates whether tunnelling may satisfy the just cause ground for involuntary dissolution of closely held corporations. It opines that while tunnelling is indeed a satisfactory just cause, the last- resort nature of the involuntary dissolution statute limits this remedy’s direct applicability, especially in absence of prior litigation history.
Abstract: “Aklama, temize çıkarma” anlamına gelen ibra, bir sorumluluktan kurtarma kurumudur. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) anonim şirketler hukuku dairesinde yönetim kurulunun ibrası kurumu ise şirket yönetim kurulunun ilgili hesap dönemi sonunda genel kurula faaliyetlerinin hesabını vermesi sürecinde, genel kurulun alacağı bir kararla o yıla ilişkin olarak yönetim kurulu üyelerinden bir tazminat talebi hakkı bulunmadığını ortaya koymasıdır. İbra kararı açık ibra ve örtülü ibra olarak ikiye ayrılmakta, açık ibra kararı da kendi içerisinde genel ibra ve özel ibra olarak iki şekilde gerçekleşebilmektedir. Bu doğrultuda, ibranın kişi, süre ve işlem bakımından sınırlamalara tabi tutulması halinde bir özel ibranın söz konusu olduğu belirtilmektedir. Yargıtay 18. H.D. E. 2012/14591 K. 2013/3764 T. 12/03/2013 kararında mali yönden ibranın aynı zamanda idari yönden ibrayı da kapsadığı kabul olunmuş, mali yönden kusurlu bulunmayan dernek yönetim kuruluna idari yönden de bir kusur izafe edilmesinin hukuken mümkün bulunmadığı ifade edilmiştir. Mezkûr içtihat anonim şirketler hukuku açısından değerlendirildiğinde, şirket mali kayıtlarının gerçeği yansıtıyor olması her zaman şirketin yönetim kurulu üyeleri tarafından basiretli bir yönetimin gösterildiği anlamına gelmemektedir. Örneğin, bir şirketin mali kayıtlarının usulüne uygun olmasına ve ilk bakışta bilançoda herhangi bir tutarsızlık bulunmamasına rağmen şirketin örtülü kazanç aktarımına konu edilmiş olması mümkündür. Nihayetinde idari açıdan ibra edilmeme, yönetimin faaliyetlerinin beğenilmediği ya da yerinde veya yeterli bulunmadığı manasına gelmekte olup, bu halde yeniden seçime gidilmesi şeklinde bir uygulama gerçekleştirilebilecektir. O halde genel kurulun ibra kararında ibranın konu (içerik) bağlamında kapsamını belirlemekte özgür olmasından hareketle, anonim şirketlerde mali ve idari yönden ibranın birbirinden ayrıştırılması mümkündür. TTK m. 558(2) açık hükmü TTK m. 340 ile birlikte incelendiğinde, sadece genel kurulun ibra kararı esnasında değil aynı zamanda esas sözleşmede öngörülecek hükümler ile de birbirinden farklı ve ayrı ibra konularının oluşturulması mümkün olup, bu halde mezkûr Yargıtay kararında ifade olunan ibranın bölünmezliği ilkesinin uygulanamayacağı açıktır.
Abstract: Avrupa Süper Ligi olarak adlandırılan ve Avrupa’nın en değerli futbol kulüplerinin birleşerek oluşturmayı planladıkları futbol turnuvasına ilgili kulüplerin katılım kararları, kurumsal sosyal sorumluluk ekseninde tartışma yaratmıştır. Bazı futbol kulüplerinin şirket statüsünde faaliyet gösterdiği dikkate alındığında, anılan tartışmanın şirketler hukuku açısından da değerlendirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Türk hukukunda 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda (TTK) kurumsal sosyal sorumluluğun yerine getirilmesi konusunda özel bir hükme yer verilmiş değildir. Bununla beraber, 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu (SPK) uyarınca yürürlüğe konulan II- 17.1 sayılı Kurumsal Yönetim Tebliği (Tebliğ) Ek- 1 Sermaye Piyasası Kurulu Kurumsal Yönetim İlkeleri 3.5.2. dairesinde halka açık statüdeki anonim şirketlerde şirketin sosyal sorumluluklarına karşı duyarlı olması ve çevreye, tüketiciye, kamu sağlığına ilişkin düzenlemeler ile etik kurallara uyması ilkesine yer verilmiştir. Ancak bu ilke şirketlerce uyulması zorunlu ilkeler arasında sayılmış değildir (Tebliğ m. 5(1)). Dolayısıyla, halka açık anonim şirket statüsündeki Türk futbol kulüplerinin Avrupa Süper Ligi Projesi ve benzeri girişimlerde yer alma hususunda alabilecekleri kararların kurumsal yönetim ilkeleri açısından kurumsal sosyal sorumluluk bağlamında ele alınması söz konusu olamamaktadır. Benzer şekilde, kurumsal sosyal sorumluluk şirket yönetim kurulunun TTK m. 369(1) dairesinde tedbirli bir yöneticinin özeniyle alacağı kararlarda uyması gereken bir unsur olarak görülebilecek olsa da nihayetinde Avrupa Süper Ligi ve benzeri girişimlere katılım konusunda verilecek kararlar bir iş adamı kararı olarak değerlendirilmelidir. Diğer taraftan, TTK m. 369(1) hükmünde ifadesini bulan yönetim kurulunun şirketin menfaatlerini dürüstlük kurallarına uyarak gözetmek yükümlülüğünün ise alınacak kararlarda şirketin karlılığı açısından uzun vadeli etkilerin dikkate alınmasını gerektireceği kabul edilebilecektir. Dolayısıyla, anonim şirket statüsündeki Türk futbol kulüplerinin Avrupa Süper Ligi ve benzeri projelere katılım aşamasında gündeme gelebilecek kurumsal sosyal sorumluluk yükümlülüğünün yönetim kurulunun şirket menfaatlerini dürüstlük kurallarına uyarak gözetmek yükümlülüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Neticede futbolun sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal ve kültürel bir olgu olmasından hareketle, spor kulüplerinin sosyal ve kültürel dinamikleri göz ardı ederek alabilecekleri kararların nihayetinde yine kulüpler açısından olumsuz ekonomik neticelere sebep olabileceği Avrupa Süper Ligi projesinin güncel akıbetiyle de somutlaşmıştır.
Abstract: 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) m. 210(3) hükmü uyarınca kamu düzenine veya işletme konusuna aykırı işlemlerde veya bu yönde hazırlıklarda ya da muvazaalı iş ve faaliyetlerde bulunduğu belirlenen ticaret şirketleri hakkında, özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla Ticaret Bakanlığınca bu tür işlem, hazırlık veya faaliyetlerin öğrenilmesinden itibaren bir yıl içinde fesih davası açılabilmektedir. Nitekim mezkûr düzenlemeye istinaden ilk derece mahkemelerince 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun hükümlerini ihlal eden ticaret şirketlerinin feshine dair kararlar verildiği gözlemlenmektedir. Gerçekten de TTK m. 210(3) lafzen değerlendirildiğinde maddenin “kamu düzeni” kavramına istinaden ticaret şirketlerinin tüketici mevzuatının kamu düzenine ilişkin hükümlerinden herhangi birinin devamlılık arz etmese dahi ihlali halinde şirketin feshine karar verilebilme olanağı bulunmaktadır. Ancak TTK m. 210(3) hükmünün kanundaki diğer hükümlerden bağımsız görülmemesi ve hükmün uygulanmasında kanunun diğer hükümlerinin de dikkate alınması gerekmektedir. Bu kapsamda eldeki çalışmada anonim şirketlerde yönetim kurulunun sorumluluğuna ilişkin ilkelerin TTK m. 210(3) hükmüyle ilişkisine yollama yapılmaktadır. Anonim şirket yönetim kurulunun TTK m. 375(1)(e) uyarınca devredilemez görev ve yetkisi ile TTK m. 369(1) uyarınca tedbirli bir yöneticinin özeniyle hareket etme yükümlülüğünden TTK m. 210(3) dairesinde fesih davasının yerindeliğini tespitte bir ölçüt olarak faydalanılabileceği değerlendirilmektedir. Tüketici mevzuatı örneğinden hareket edilerek, TTK m. 210(3) dairesinde fesih kararı verilmesinde ticaret şirketlerinin kamu düzenini devamlılık arz eden ve ilk bakışta ihlalin açıkça anlaşılabildiği şekilde ihlalinin aranması önerilmektedir. Bu öneri Amerika Birleşik Devletleri’nin Kaliforniya Eyaleti hukukundaki muadil mevzuatla somutlaştırılmaktadır.
Abstract: The Directive (EU) 2017/1132 of the European Parliament and of the Council of 14 June 2017 Relating to Certain Aspects of Company Law Article (Art.) 46 provides that a public limited liability company’s subscribed capital may be formed only of assets capable of economic assessment. Likewise, 6102 numbered Turkish Commercial Code Art. 342 articulates that payments in cash, tangible assets and intangible assets may be provided as capital for stock corporations, the Turkish equivalent of public limited liability companies. However, a minimum capital of 50.000, 00 TL shall be subscribed in order for a stock corporation to be incorporated (TCC Art. 332). Accordingly, when an intangible asset is being provided as capital to the stock corporation, appraisal experts appointed by the court shall make the valuation of the pertinent intangible asset (TCC Art. 343). The expert report shall indicate the valuation method, existence of the intangible asset, its validity and compliance with TCC Art. 342, its collectability and exact value, as well as the value and number of shares it corresponds to. In line with these rules and procedures, it appears that a producer may provide the motion picture intellectual property rights she holds as an eligible form of capital for a stock corporation. Still, whether a motion picture intellectual property right would satisfy the TCC Art. 343 criteria shall be analyzed through the principles articulated by the 5846 numbered Law on Intellectual and Artistic Works (LIAW). Official Comment to TCC Art. 343 signals that the expert report should review all legal factors concerning the intellectual property rights based on the applicable legislation. This study evaluates the legal factors which may revoke or adversely affect the eligibility of a motion picture intellectual property right held by a motion picture film producer under the applicable Turkish law, in connection with the Directive, the Berne Convention for the Protection of Literary and Artistic Works, and the International Convention for the Protection of Performers, Producers of Phonograms and Broadcasting Organizations. In particular, the study outlines how the separation between moral rights and economic rights may provide adverse limitations on the eligibility of motion picture intellectual property rights held by motion picture producers, in connection with the rules on stock corporation capital subscription. In particular, it exemplifies such inherent adverse limitations through the lens of copyright registration, rights of the performers and authors of scenarios of motion pictures.
Abstract: COVID- 19 salgını sürecinde halk arasında “tam kapanma” olarak ifade edilen tedbirlerin uygulandığı dönemde, bir kısım işletmelerin açık bırakılırken bir kısım işletmelerin ise kapalı tutulmasının tartışma yarattığı görülmüştür. Örneğin, bir cadde üzerindeki kırtasiye kapatılırken aynı ana cadde üzerindeki süpermarketin açık bırakılması ve bu süpermarketin içerisinde kırtasiyede satılan malların da satışının gerçekleştirilmesinin işletmeler arasında haksızlık yarattığı eleştirileri olmuştur. Genelge istisnalarından faydalanarak açık kalan işletmelerin ilgili süreçte kapalı olan işletmelere nazaran ticari olarak avantajlı hale gelmiş olmaları, bu işletmelerin 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) uyarınca haksız rekabet temeliyle hukuki sorumluluklarına başvurulmasını gündeme getirmektedir. Bununla beraber, eylemin TTK m. 55(1)(e) dairesinde “iş şartlarına uymamak” olarak görülemeyeceği açık olmakla beraber, eylemin her durumda TTK m. 54(2) tahtında hükmün amacı bağlamında ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira açık kalan işletmelerce bir haksız rekabete sebep olunmaması adına, tedbirleri yürürlüğe koymak üzere kullanılan genelgenin hukuki geçerliliğinin bulunup bulunmadığının bu işletmelerce değerlendirilmesi ve buna göre eylem gösterilmesi basiretli bir iş adamı gibi hareket etme yükümlülüğünün bir gereği olduğu kadar ticaret şirketlerinde yöneticilerin hukuki sorumluluğuna ilişkin hükümleri de ilgilendirmektedir. Diğer taraftan, haksız rekabet davasında yargılamayı yürütecek olan hukuk mahkemesinin genelge hükümlerini uygulamadan önce mutlaka genelgenin hukuki geçerliliğini de ele alması gerek normlar hiyerarşisi gerekse devletin temel hak ve özgürlüklere ilişkin pozitif yükümlülüklerinin bir gereği durumundadır. Genelgenin hukuken geçersiz görülmesi halinde, haksız rekabet hükümleri dairesinde dürüstlük kuralına aykırı hareket ettiği kabul edilecek açık işletmelerin, kapalı bulunan işletmelere karşı haksız rekabet temelinde sorumluluğunun bulunduğu kabul edilebilecektir.
Abstract: Türkiye’de bazı futbol kulüpleri halka açık anonim şirket statüsünde olup, paylarının önemli bir kısmı borsada işlem görmektedir. Dolayısıyla bu kulüplerin 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu m. 15 uyarınca paylarının değerini, fiyatını veya yatırımcıların yatırım kararlarını etkileyebilecek nitelikteki bilgi, olay ve gelişmeleri kamuya açıklama yükümlülükleri bulunmaktadır. Türkiye Futbol Federasyonu kuralları gereği, kulüplerin katıldıkları spor müsabakalarının öncesinde sporculara COVID- 19 testleri yapılması ve testi pozitif çıkan sporcuların müsabakalarda oynatılmaması gerekmektedir. Nitekim kulüpler sporcularına rutin testler de uygulamaktadır. Bununla beraber, kulüplerin hangi sporcuların COVID- 19 test sonuçlarının pozitif olduğunu kamuoyuyla paylaşmadığı, bu nedenle en yakın müsabakanın başlama vaktine kadar COVID- 19 sebebiyle maçta oynayamayacak sporcuların kamuoyunca bilinmediği gözlemlenmektedir. Oysa anılan gelişme, yatırımcıların halka açık şirket statüsündeki kulüplerin paylarına yatırım yapma kararlarını etkileyebilecek nitelikte bir olgu durumundadır. Bu çalışmada öncelikle sporcuların COVID- 19 test sonuçlarının zamanında açıklanmaması hususu 6362 sayılı Kanun, II- 15.1 sayılı Özel Durumlar Tebliği ve SPK Özel Durumlar Rehberi dairesinde özel durum açıklamaları bağlamında incelenmektedir. Bu çerçevede özellikle önemli müsabakalar öncesinde bazı oyuncuların müsabakalarda oynamamalarının kulüplerin gelirleri üzerindeki etkisi vurgulanmaktadır. Diğer taraftan, test sonuçları bilgisinin 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu kapsamında hukuki niteliği aktarılarak kulüplerin bu bilgileri açıklamamaları konusunda hukuki gerekçeleri ortaya konulmaktadır. Son olarak, özel durum açıklamalarına ilişkin kurallara riayet edilebilmesi için şirket yönetim kurulunun alabileceği tedbirler belirtilerek, bu tedbirlerin alınmaması sebebiyle yönetim kurulunun pay sahiplerine karşı sorumlulukları 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu uyarınca değerlendirilmektedir. Anılan hususa dair özel durum açıklamalarının yerine getirilmemesinin yönetim kurulunun 6102 sayılı Kanun m. 369 hükmünde öngörülen özen yükümlülüğünü ihlali anlamına gelebileceği ve pay sahipleri tarafından yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğuna başvurulabileceği ifade edilmektedir. Çalışmanın uygulamadaki güncel tereddütleri gidermesi öngörülmekte, ayrıca konusu sporun yatırımcı haricindeki diğer paydaşlarının da haklarının korunması açısından önem taşımaktadır.
Abstract: İnternet üzerinden alıcı ve satıcıları bir araya getirerek taraflar arasında mesafeli sözleşmelerin kurulmasına aracılık eden elektronik ticaret platformlarının hukuki sorumluluğunun kapsamı dardır. Neticede bir aracılık faaliyeti gerçekleştiren elektronik ticaret platformları, alıcı ve satıcı arasındaki sözleşmenin bir tarafı olmamaktadır. Üstelik 6563 sayılı Elektronik Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun m. 9 uyarınca “aracı hizmet sağlayıcılar” hizmet sundukları elektronik ortamı kullanan kişilerce sağlanan içerikleri kontrol etmek, içeriğe konu mal veya hizmetle ilgili hukuka aykırı bir durumun söz konusu olup olmadığını araştırmakla yükümlü bulunmamaktadır. Nitekim 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun m. 48(5) hükmünün de aracı elektronik ticaret platformlarının kurulmasına aracılık ettikleri sözleşmelerden doğacak sorumluluğunun kapsamının genişletilmesi için işletilmesi, özellikle alıcı ve satıcı taraflar ile imzalanan “hizmet koşulları” veya “üyelik sözleşmesi” adı verilen hukuki metinler karşısında mümkün görülmemektedir. Bununla beraber, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu m. 18(2) uyarınca tacirin ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli bir iş adamı gibi hareket etme yükümlülüğünün bir tacir durumundaki aracı elektronik ticaret platformlarına uygulanarak satıcı ile alıcı arasındaki sözleşmelerden doğan sorumluluğunun kapsamının genişletilmesi mümkündür. Bu çalışmada basiretli bir iş adamı gibi hareket etme yükümlülüğünün aracı hizmet sağlayıcı durumundaki elektronik ticaret platformlarının satıcı ile alıcı arasındaki sözleşmeye ilişkin sorumluluğu açısından doğurduğu sonuçlar değerlendirilmektedir. Böylece elektronik ticaret platformlarının alıcılara karşı kendi ayıplı hizmetlerinden kaynaklı sorumluluklarının kapsamı basiretli iş adamı ilkesi dairesinde açıklanmaktadır. Çalışmanın uygulamada sıkça yaşanan ayıp, temerrüt ve sözleşmesel hakların kullanılması konusundaki alıcı mağduriyetlerine dair hukuki belirliliğin oluşturulmasına katkı sağlaması öngörülmektedir.
Abstract: Maliye politikasının araçlarından biri vergiler olup, katma değer vergisi (KDV) dolaylı vergilerin en önemli türünü oluşturmaktadır. Bununla beraber devletin KDV’nin yansıtılması ve toplanmasında sorunlar yaşadığı, özellikle KDV oranlarında indirimlerin yürürlüğe konduğu dönemlerde bazı işletmelerin KDV oranlarını doğru uygulamadığı tespit edilmektedir. Bu kapsamda bazı işletmelerin mal veya hizmetlerinin satış fiyatını eski vergi oranı döneminde uygulanan KDV dahil satış fiyatını aynen muhafaza edecek şekilde değiştirdikleri görülmektedir. Oysa bu durum katma değer vergisinin mali ve mali olmayan amaçlarının gerçekleştirilmesini olumsuz etkilemektedir. Mikro düzeyde incelendiğinde, KDV oranı indirimlerini fiyatlarına yansıtan işletmelerin satışları ile yansıtmayan işletmelerin satışlarının aynı olmadığı, bunun haksız rekabete yol açtığı ve piyasanın işleyişini bozduğu değerlendirilmektedir. Mikro ölçekte yaşananlar makro düzeyde ülke göstergelerine de yansımaktadır. KDV oranlarının fiyatlara doğru yansıtılmamasının özellikle enflasyona, kamu harcamalarına ve gelirlerine, ekonomik büyümeye, tasarruf ve yatırımlara olumsuz etkileri olmaktadır. İşletmelerce KDV hariç satış fiyatı artırılmak suretiyle indirim öncesi dönemdeki KDV dahil fiyat ile aynı satış fiyatının ortaya çıkarıldığı haller çoğu zaman satıcı işletmenin tanıtım ve reklamlarında ya da alıcılara yaptığı açıklamalarda KDV oranı indiriminin uygulandığı yönündeki bir beyanı ya da izlenimi uyandırması şeklinde gerçekleşmektedir. Bu eylemle mücadelede, KDV oranlarını doğru şekilde uygulayan rakip işletmelerce işletilebilecek en önemli yasal düzenlemeyi ise 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) haksız rekabet hükümleri ve özelikle TTK m. 55(1)(a)(2) hükmü oluşturmaktadır. Bu çalışmada KDV oranlarındaki indirimleri uygulamayarak tüketicinin, rakip işletmelerin ve son tahlilde devletin mağduriyetine sebep olan işletmelerin bir taraftan ekonomiye mikro ve makro düzeyde olumsuz etkileri incelenirken diğer taraftan bu eylemlerinin TTK dairesinde haksız rekabet hali teşkil ettiği değerlendirilmektedir.
Abstract: Today, social media is being used as an information source for a variety of issues, including information concerning publicly traded corporations. However, it is not only the investing public who is interested in following the information disseminated through social media, but the companies themselves have also begun to use social media to disclose material non- public information. Accordingly, jurisdictions such as the U.S. has paved the way of such disclosures even through the personal social media site of individual corporate officers under particular circumstances. While the dissemination of material information through social media may harm the fairness and efficiency of the marketplace, it is equally beneficial for the investing public that alternative channels of effective communication develops. Having said that, the liability of social media sites for taking down a social media post of disclosure, which is deemed in compliance with the securities law, is not yet specifically addressed. A social media site may take down a social media post which has the function of disclosure, alleging that it violates the “terms of service” of the platform. However, such an action may have the effect of placing a number of investors in a disadvantaged position when compared to others, if some failed to read the post before it is taken down, and others did actually read it. In this case, while the social media site itself will be the cause for the interruption of disclosure which is deemed in compliance with the securities law, it will also be in a position in which it has legally exercised its right to take down the post and benefit from the internet service provider safe harbor regulations. On the other hand, investors, companies, and enforcement agencies may think of pursuing actions against the social media site for damages associated with the taking down action. To begin with, this paper underlines that the usage of corporate officers’ personal social media sites for securities law disclosures may be compatible with the general theory of capital market law. Following this analysis, it suggests that the safe harbor immunity afforded to internet service providers may be challenged in the context of taking down a social media post concerning a securities law disclosure. Accordingly, it points out that the securities regulations concerning internet should be deemed “lex specialis” when compared to internet safe harbor regulations. It concludes that the aforementioned issue remains as an open question which the judiciary should answer, unless the legislative branch acts to clarify the legal position.
Abstract: 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK), anonim şirketlerde pay senetlerinin şekli ve bastırılması konusunda hükümler içermektedir. TTK m. 487, pay senetlerinde yer verilecek ibareleri saymakta ve ayrıca kapalı şirketlerde sahtekarlığı engelleyici güvenlik önlemlerinin uygulanması gerektiğini belirtmektedir. Bununla beraber, maddenin kapalı şirket tanımına hangi şirketlerin girdiği hususu kadar sahtekarlığı engelleyici güvenlik önlemlerinin anlam ve kapsamı konusunda da kanun metninde herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Dolayısıyla uygulamada halka açık statüde bulunmayan anonim şirketlerin pay senetlerini bastırırken sahtekarlığa karşı ne tür güvenlik önlemleri almaları gerektiği konusunda bir belirsizlik caridir. Bu çalışmada, pay senetlerinin bastırılmasında alınacak sahtekarlığı engelleyici güvenlik önlemlerinin anlamı ve önemi başta 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ve 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu olmak üzere ilgili mevzuat karşısında ortaya konulmaktadır. Bu doğrultuda, kapalı anonim şirketlerce alınacak önlemlerin kapsamının özellikle basiretli bir iş adamı gibi hareket etme yükümlülüğü dairesinde belirlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Pay senetlerinin sahtekarlığa karşı gerekli güvenlik önlemlerini taşımaması halinde, pay sahipleri tarafından anonim şirket yönetim kurulunun hukuki sorumluluğuna gidilebileceği gösterilmektedir. Yine sahtekarlığı engelleyici güvenlik önlemlerinin kapsamının ilgili şirketin faaliyeti, ticaret hacmi, marka değeri, sektörü ve önlemin maliyeti gibi kıstaslara göre değerlendirilmesi gereği vurgulanmaktadır. Buna göre, yurtiçi ve yurtdışında uygulanan mutat tedbirlerden örnekler verilmekte, ayrıca Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Eyaleti Şirketler Kanunu’nun ilgili kuralıyla TTK m. 487 karşılaştırılmaktadır. Uygulamada karşılaşılabilecek sorunların önemli ölçüde giderilebilmesi için kapalı şirketlerin pay defterlerinin elektronik ortamda tutulması ve önlemlerin maliyetinin azaltılabilmesi amacıyla kurumlar arası iş birliği gerçekleştirilmesi önerilmektedir. Çalışmanın uygulamadaki tereddütleri ortadan kaldırarak mevzuatın uygulanmasına dair belirlilik ve öngörülebilirliğe katkı sağlayacağı, ayrıca mevzuatın geliştirilmesi çalışmaları için de faydalı olacağı değerlendirilmektedir.
Abstract: Cinsiyet eşitliği, tarihsel süreçte anayasa hukuku ve iş hukuku gibi cinsiyet ayrımcılığının öne çıktığı alanlara dair hukuk kurallarıyla güvenceye alınmıştır. Nihayetindeyse sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmeler cinsiyet eşitliğini günümüz anonim şirketler hukukunun da bir konusu haline getirmiştir. Avrupa’daki gelişmeleri takiben yakın zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin Kaliforniya Eyaleti, halka açık şirketlerin yönetim kurulunda kadın kotası uygulamasını yasalaştıran ilk eyalet olmuştur. Kaliforniya hukukunun şirket yönetim kurulunda kadın kotası düzenlemesinin sosyal ve ekonomik etkileri konusunda lehe ve aleyhe birçok çalışma bulunmaktadır. Kuralın Amerikan şirketler hukuku ve anayasa hukukuna uygunluğu konusu da öğretide tartışılmaktadır. Nitekim yasaya karşı ikame edilen davalar bulunmaktadır. Diğer taraftan, cinsiyet kotası kuralının mantığını açıklamak amacıyla ileri sürülen, yönetimde cinsiyet eşitliğinin şirket karlılığını artıracağı iddiası ise henüz net bir şekilde kanıtlanabilmiş değildir. Bütün bunlar yasanın meşruiyetine dair tartışmaları artırmaktadır. Eldeki çalışmada, anılan Kaliforniya yasasının getirdikleri ile bunların Amerikan şirketler hukukunun genel ilkeleri karşısındaki durumu değerlendirilmektedir. Bu kapsamda Amerikan hukuk literatürü ve yargı kararlarından faydalanılarak teorik bir inceleme yapılmakta, yine disiplinler arası çalışmalara istinaden yasanın etkinliği sorgulanmaktadır. Anılan yasa kapsamı sebebiyle dünya ekonomisinde önemli yeri olan birçok şirketi doğrudan ilgilendirdiğinden, Kaliforniya hukukuna dair yapılan tespitlerin genel olarak diğer yabancı hukuk sistemlerini de ilgilendirmesi öngörülmektedir.
Amerikan hukukunda şirketler hukukunu açıklamada baskın görüş olan sözleşme teorisi esas alındığında, cinsiyet eşitliği hedefinin şirketler hukuku düzenlemeleriyle sağlanmasının bu hukuk alanının işlev ve amacıyla bağdaşmadığı görülmektedir. Bu çerçevede yapılan değerlendirmede, anılan kuralın şirketler hukuku kapsamında yer almaması gerektiği ifade edilmektedir. Nitekim halka açık olmayan (kapalı) şirketlerin düzenlemenin kapsamı dışında bırakılmış olması da yürürlükteki bazı kuralların birtakım mağduriyetleri telafide zaten (kapalı ya da açık) tüm şirketler için kullanılabileceği gerçeğine işaret etmektedir. Diğer yandan, pay sahiplerinin şirketler hukuku kapsamında kurala karşı koyma imkânlarının sınırlılığı belirtilerek, kuralın yatırımcılar açısından sakıncaları vurgulanmaktadır.
MURAT CAN PEHLİVANOĞLU © 2024
ALL RIGHTS RESERVED.